Evet, yerli otomobil bir hayal hem de çok güzel bir hayaldir… Her buluş ve insanlığa faydalı olan, ilerleten her gelişme üstün insanların hayalleri ile başlar.
Bu günlerde otomotiv sektörü hatta tüm halkımız yerli otomobil yapabilir miyiz sohbetleri yapıyor. Evet, tüm halkımız diyorum çünkü bu konu sadece bir kesimin değil, herkesin ilgisini çeken ve ihtiyaç haline gelen bir olgu otomobil, aynı zamanda hepimizin içinde kalmış bir uhdedir! Sadece otomobil değil, tüm otomotiv ürünlerinin tasarımından, teknolojisine, üretiminden satışına en az bir uçak kadar bir milletin stratejik onuru haline gelebilmektedir.
Bilgi çağının önemini çoktan kavradığımız bugünlerde, hâlâ kendi teknolojimizi üretemiyor olmanın sancısıdır bu sohbetler ya da daha doğrusu yaparız yapamayız kavgaları...
Otomobil bir ihtiyaçtır; lüks olmayan, doğal bir ihtiyaçtır artık, hem de her aile için. İlkel toplumlarda ihtiyaç; hayatta kalma, yeme, içme, barınma ile kendini gösterir iken; gelişmeye başlayanlarda buna aidiyet ekleniyordu. Gelişmekte olan ülkelerde daha iyi giyinme, ev sahibi olma lüks ihtiyacı çoktan geçmiş oluyor; daha fazla sosyallik için iletişim ve ulaşımı ön plana çıkarıyor.
Kendisi lüks olmayan otomobilin bize ait olması lüks olmasa gerek... biz mühendislere bunun aksini söylemek yakışmayacağı gibi “ öğretilmiş çaresizliğin” ifadesi olur bilakis.
Tabi ki körü körüne saldıralım, coşturan nidalarla demiyorum. Mesleğimize, girişimciliğimize ve iş adamlığımıza yakışacak şekilde... planlarla, hesaplarla, araştırmalarla, konseptlerle, inovasyonla, hedefle, gaye ile ama hepsinden önce inançla...
Geçen hafta Almanya’da bu işin buluşçusu olan Mercedes’in otomotiv müzesini, 25 yıl aradan sonra bir daha gezdim. Daha detaylı inceleyerek, birazda içim buruk. Son yıllardaki gayretlerimizin güncel sıkıntıları da bunu etkiledi tabi ki.
Evet, onlar 125 yıl önce başlamışlar ama çok çalışmışlar, kısa sürede uzun yollar almışlar. İşin temelinde yenilikler, buluşlar, hızlı endüstrileştirmeler ve ticari yaklaşım var. Ama hepsinden önce bir gaye, inanç ve net hedefler görülüyor. Felsefeden, bilime, araştırmaya oradan tekniğe geçirilmiş bu inanç… sonra da çalışmışlar usanmadan.
Parasız olmamış orada da.. inanmış “girişimci mühendisler” inandırmışlar, para kazanma hesabını iyi bilen “girişimci işadamlarını”. Onlarca ortak bulmuşlar samimiyetlerine, sanırım bu inançları ve gayretlerini de Allah yardımsız bırakmamış.
Bugün dünya markası olan bir devin hikâyesinden bahsediyorum, hikâyesinin sadece başlangıcından... Pazarı iyi okumuşlar, ticari başarının anahtarı o günün en popüleri Paris’te bulunmuş. Lüksü hızla ihtiyaca dönüştürmüş ticari beyinler. Tanıtımla, reklamla, spor müsabakaları ile.. Devlet mi? O daha sonra girmiş devreye ... vergi almış... askeri araç sipariş etmiş... yol yapmak zorunda kalmış... alt yapıyı sil baştan düzenlenmiş, her alanda standartlar getirmiş. Yan sanayi mi? Lastik üretimini görmüş bir “uyanık” Paris’te... Birisi gösterge yapmış... daha güzel ve fonksiyonel... Bir diğeri “mum” yerine “Ampul” önermiş gece daha rahat görüşü sağlama çözümü için... Sonra ? Patlamış gitmiş.
Bu hikâye ciltlerle romana dönüşür, ama asıl amacım bu değil benim... Hep birlikte bir hisse alalım diye kıs(s)a yazmaya çalıştım. Evet, böyle olur, böyle olacak ama daha hızlandırılmış haliyle diyebiliyorum şimdi.
Biz yatmış mıyız bu arada? Tabi ki pek çok şey yapmışız, ancak genel bir strateji ve yol haritası çıkarmadan.
Derhal ilk otomobil ürünleri gelmiş ülkemize, pazarlanmış, satılmış. Ağırlıklı Amerikan araçları tercih edilmiş, nedenini bilmiyorum. Yedek parça pahalı olduğundan çok usta tamirciler doldurmuş açığı.
1961’de asıl hikaye “Devrim Projesi” ile başlıyor hepimizin bildiği gibi. Ancak yanlış yerden yine, “plansız”... Devlet emir veriyor, biraz da para. Yine de çok samimi gayretlerle, çok kısa sürede ortaya çıkıyor ürün... Hikâye hüzünlü. Meraklılarına filmini seyretmelerini tavsiye ediyorum.
Hikâyesi hüzünlü bitiyor, çünkü sadece bir araç yapabilir miyiz deniyor... Yapılabiliyor... Buraya kadar büyük bir başarı ama bir şey eksik... Devlet, girişimci ve halk inancının birlikteliği...
1970’lerde bu eksiklik “Anadol” projesi ile büyük oranda aşılıyor. Günün imkânlarıyla oldukça başarılı bir otomobildir Anadol… Tasarlanmış, çizilmiş, hesaplanmış, yapılmış, üretilmiş, satılmış ve tutulmuştur… yani zincir tamdır. Bir eksiklik var ki o da bir süre sonra yavaş yavaş piyasa sahnesinden silinmiş. Eksikliğin incelenip ders alınması gerekliliğine inanıyorum.
Ancak otomobille aynı yıllarda başlayan ticari araç üretim serüvenimiz oldukça büyük başarılar elde etmiş ve bu başarısını arttırarak devam etmektedir. Otobüs ve diğer pek çok ticari araç sınıfında tasarım ve üretim üssü olduğumuzu söylemek abartı olmaz.
Kendi otomobil markalarımızı sürdürememiş olmamıza rağmen, bugün üretim konusunda çok iyi bir konumda olmamız ayrı bir övünç kaynağıdır. Ülke olarak otomobili çok seviyoruz; her çeşidi, markası, modeli bulunan nadir ülkelerdeniz. Yani pazarlamak ve satmaktan yana bir sorunumuz yok. Bir ürünü üretmekten asıl gaye onu satmaktır, kâr etmektir ve sürdürülebilir bir işe dönüştürmektir. Otomotiv bu yönüyle oldukça iyi çalışıyor. Yurtdışına satmakta da başarımız resmen tescillidir. Bugün ticari araçların dış satımı %70'lerdedir. Öyleyse satmama, satamama bir engel değildir markamızı oluşturmakta. Fakat pazar yani hedef müşteri kitlesi bilinçli, seçici artık… ne istediğini biliyor, kendi kendini yönlendirebiliyor. Öyleyse zorla almaz, aldırılamaz. Üreten alıcıya intibak etmelidir.
Kendi aracımızı yaparken kabul edeceğimiz temel olgu bu olmalı. Ne var bu olgunun arkasında? “Ucuzluk”, “ekonomiklik”, “kalite”, “albeni”, “konfor” … demek ki bunları asgari seviyede sağlamalı bir ürün.
Bir ülke niçin ister kendi markasını? Ya stratejik bir üründür, bağımsızlık, egemenlik için gereklidir ya da ticari bir işletmecilik aracı. Otomobil, genelinde taşıt araçları biraz da prestijdir, kendini ispattır… Peki, nedir kendi markamızın olması? Zira ülkemizde onlarca marka üretiliyor, kırkın üzerinde marka yüzlerce modeli ile bulunabiliyor. Algı gerçeğin kendisidir. Tartışıyorsak hâlâ bir markamız yok demektir.
Kendi markamız demek; kendi fikrimiz, icadımız, yenilikçiliğimiz, kendi tasarımımız, üretimimiz ve bağımsızca tüm dünyaya pazarlıyor olabilmemizdir. Bugün ürettiğimiz hiçbir otomobil markasını biz dilediğimiz ülkeye dilediğimiz miktarda ve istediğimiz fiyata satamıyoruz, satamayız. Evet… öyleyse benim bir otomobil markam yok. Olmalı mı? Mutlaka. Zira otomobil tüm diğer taşıtlar içinde başrol oyuncusudur. Gemi, tren, uçak, tank, traktör, dozer, otobüs, kamyon.. hepsi aynı kaynaktan beslenir. Temeli ve detayları, tekniği ve üretim süreçleri aynıdır ya da benzerdir.
Otomobil yapmanın sürecine daha detaylı bakacak, disiplinlerini inceleyecek olursak belki inancımız daha da artacaktır.
· İnsanlığın ilk gününden beri gelen değişimi okuyabilmek,
· Vizyon, geleceği görmek,
· Bilgiyi araştırmak, yönetmek
· İnovasyon, buluşçuluk
· Tasarım ve estetik
· Teknoloji oluşturmak, kullanma ve saklamak
· Mühendislik
· Hammadde, yeni malzeme bulmak ve geliştirmek
· Ölçüm ve test teknikleri
· Üretmek, ürettirmek, tedarikçi ağı oluşturmak
· Pazarlamak
· Satmak
· Satış sonrasında hizmet vermek,
· Yedek parçasını sağlamak,
· Ömür sonunu yönetmek, geri dönüşümü sağlamak,
· Çevreyi korumak…
Peki, bunlardan hangisinde eksiğiz, şu an için daha fazla nereye odaklanmalıyız? Bunları tespit ederek, aşağıdaki yaklaşımları ana hedefler olarak ele almak gerekir.
· Okullarda, milli ürün duygu ve düşüncesini vermek.
· Araştırma merkezleri, üniversiteler ile ticari kuruluşların Ar-Ge bölümlerine yatırım ile mevcutlarında işbirliğini güçlendirmek.
· Otomotive özel teknopark oluşturmak, buralarda istihdamı teşvik etmek.
· Türk tasarımcı ve sanatçılarının dünyaya duyurmak, tanınmış olanlarından istifade etmek. Tasarım okullarının prestijini ve sayısını arttırmak, okul seçimini ve istihdamı teşvik etmek.
· TÜBİTAK-TEYDEB, SAN-TEZ, KOSGEB desteklerini genişletmek, hızlı çevrimini sağlamak.
· Malzeme ve hammadde araştırma enstitü ve laboratuvarları oluşturmak, desteklemek, aralarındaki işbirliğini güçlendirmek.
· Ölçüm ve test merkezleri ile ilgili alt yapıyı devlet olarak oluşturmak, var olanların konsolidasyon ya da işbirliğini teşvik etmek.
· Mükemmellik merkezlerini kurmak ya da kurmak isteyenlere uzun vadeli teşvikler vermek.
· Otomotivin bel kemiği; parça ve sistem üreticisi olan yan sanayiyi motive etmek, el üstünde tutulmasını sağlamak. Unutulmamalıdır ki şu an yerli markalar için en önemli sermayemiz yan sanayi ağımızdır. Bugün ülkemizde bilinen tüm markalara orijinal ve yedek parça olarak yapılanmayan hiç bir ürün yoktur.
· Üretilen hiç bir şey yok ki asıl gayesi alınıp-satılsın, rağbet görüyor olmasın. Bu konuda iç ve dış pazarı yönetmek en önemli katma değerdir. Türkiye’nin şu an yükselen imajını böyle bir amaç uğrunda kullanmanın, bu rüzgârdan yaralanmasının kime zararı olur ki? Pazarlamacılığımız, satıcılığımız ve işletmeciliğimiz konusunda zaten hiç şüphem yoktur.
Yeni açıklanan “Otomotiv Sektörü Strateji Belgesi”nde bunların pek çoğunun ele alınıyor olması sevindiricidir.
Son olarak, bir otomobilin ana komponentlerini incelediğimizde neye vakıfız, nerede eksiğimiz var, nasıl telafi edeceğimizi görebiliriz.
Stilistik, endüstriyel tasarım konularında isim yapmış uzmanlarımız var ve yenileri de kendilerini yetiştirmektedir. Otomobil gövde ve karoseri imalatında oldukça ileri konumdayız. Diğer mekanik aksamlar ve malzeme konusunda büyük eksiğimiz olduğu da söylenemez.
Ancak otomobilin kalbi sayılan motor konusu en önemli eksiğimiz olarak kalmıştır. Bugün 125 yaşına gelmiş içten yanmalı motor teknolojisine yetişmemiz, yetişsek dahi verimli ve ekonomik olarak üretebiliyor olmamız zor görünüyor. Çevreyi koruma bilinci ve uluslararası alınan kararlar bizleri daha temiz tahrik sistemleri aramaya itmektedir. Bu konuda en şanslı alternatif elektrik motorları olacaktır. Bu konuya eğilmek bizim için önemli fırsat olarak durmaktadır. Sevindirici olan şu an dünya ile eş zamanlı çalışmaları ülkemizde de görülmesidir.
Geleceğin araçlarında elektronik ve yazılım, mekanik aksamların önüne geçecek, özellikle elektrikli otomobillerde parça sayıları bugüne göre yarı yarıya azalacak.
Bütün bunlar, dönüşümün yaşandığı bu günlerde, ülkemizin kendi araçları tasarlama, üretme ve satma konusunda fırsatlar sunmaktadır.
Fatih’in topları döktürmeye, bunları tepelerden aşırdığı gemilerle Haliç’e taşıma hayaline inancı olmasaydı, tarih yazma gibi ulvi bir gayesi bulunmasaydı; ben bu yazıyı İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde Türk kahvesi içerek yazamıyor olacaktım.
Tarih başaranları her zaman saygı ile anıyor olacaktır.
Mayıs 2011
Saffet ÇAKMAK,
Cadem AŞ
www.cadem.com.tr
Comentarios